Öykü

Soru-Cevap

Laboratuvardaki ölüm sessizliğini, “Merhaba! Beni duyabiliyor musunuz?” diyerek Esra bozdu. Kan kırmızısı, ince dudaklarını mikrofondan uzaklaştırdı. İki meslektaşı, masalarının başından pür dikkat onu izliyordu. Bilgisayardan ilk başta yalnızca cızırtılar geldi. Sonra, metalik bir erkek sesi soruyu cevapladı:

“Evet evet, duyabiliyorum ama siz kimsiniz?”

Rahat bir nefes alan doktor, “Ben Doktor Esra, Kriyojeni uzmanıyım. Sizi ölümden uyandırmış bulunmaktayız,” deyip bilgisayar ekranına göz attı. Hastanın tüm yaşamsal değerleri istenen seviyedeydi. Her şey planlandığı gibi başlamıştı.

“Göremiyorum! Neden hiçbir şey göremiyorum? Neredeyim doktor hanım? Neredesiniz? Işıkları açın!” Korku dolu ses, soğuk odada çınladı. Esra neler söyleyeceğini önceden çalışmıştı. Hastadan böylesi soruların geleceğini gayet iyi biliyordu. Biraz ezber, biraz doğaçlama yanıtladı:

“Lütfen, endişelenmeyin! Şu anda, Ettinger Laboratuvarı’ndasınız. Profesör Tim, Doktor Jose ve ben sizi bir araştırma için ölümden uyandırdık. Kaygı duyulacak bir durum yok. Emin ellerdesiniz… Hiçbir şey göremiyorsunuz; çünkü sadece beyniniz canlandırılmış durumda. Elimdeki kayıtlara göre, yirmi iki yıl önce geçirdiğiniz trafik kazası sonrasında yalnız beyniniz dondurulabilmiş. Şu anda beyninize bağlı bir bilgisayar ara yüzü sayesinde, bizimle iletişim kurmaktasınız.” Esra odanın tam ortasında yer alan, içi sıvı nitrojenle dolu kuvöze yaklaştı. Kuvözün içindeki beyne baktı. Prematüre bir bebek gibiydi. Savunmasız, çaresiz ve etrafında olup bitenlerden bihaber. “Dananın kuyruğu birazdan kopacak,” dedi içinden.

Hasta, hiç durmadan konuşuyordu. Yıllar süren suskunluğun acısını çıkarıyor gibiydi: “Kaç yılındayız? Bedenime ne oldu? Ne zaman bir vücuda sahip olacağım? Eşim de uyandırıldı mı? Ya çocuklarım? Onlar sağ mı?..” Soru yağmuru altında kalan üç doktor birbirine baktı. Profesör Tim, Esra’ya bakarak dazlak kafasını hafifçe salladı. Esra’ya konuya girme vaktinin geldiğini ima ediyordu.

Esra, “Bütün sorularınız yanıtlanacak Hasan Bey. Ama öncelikle size bir soru sormak istiyorum. Bu soruyu ciddiyetle yanıtlamanızı sizden rica ediyorum,” dedi.

Kısa bir sessizlik oldu. “Peki, Esra Hanım. Sorduğum soruları görmezlikten gelmeyin ama. Daha sonra, benim de sorularımı yanıtlamanız şartıyla kabul ediyorum.”

Simültane çeviri yapan kulaklıkları sayesinde Tim ve Jose, Türkçe edilen sohbeti rahatça takip edebiliyordu. Jose heyecandan yine parmaklarını çıtlatıyordu. Sohbetin soru-cevap kısmına gelmesini ikisi de dört gözle bekliyordu.

“Şüpheniz olmasın, tüm sorularınıza tek tek cevap vereceğim. Hazır mısınız? Sorum oldukça basit. İşte soruyorum: Ölüm anınız ile tekrar canlandırıldığınız şu an arasında, herhangi bir şey yaşadınız mı veya gördünüz mü?”

Odada çıt çıkmıyordu. Bilgisayardan uzun bir süre yanıt gelmedi. Esra endişe içinde Tim ve Jose’ye baktı. Profesörün olaya müdahale edip, ona yardım etmesini istiyordu; ama bu zahmetli işin altından tek başına kalkmak zorundaydı. Meslekte ilerlemesi için bu deneyden alnının akıyla çıkmalıydı. “Orada mısınız Hasan Bey?” diye sordu yüksek sesle. Kuvözün üstündeki ekranda bulunan tüm göstergeler yeşildi; beyinde hiçbir sıkıntı yoktu. Sorusunu tekrarladı. Fazlasıyla uzayan sessizlik bir anda bozuldu: “Buradayım, sadece düşünüyordum. Bazı şeyleri hatırladım. Çok mühim şeyleri. İster istemez dalıp gitmişim. Kusuruma bakmayın.”

Alnında biriken terleri beyaz önlüğünün koluyla silen Esra, “Cevabınız nedir?” diye sordu. Kalbi küt küt atıyordu. Buz gibi soğuk bir laboratuarda heyecandan terlemek ne kadar garip, diye düşünüyordu.

“Evet. Gördüm. Daha doğrusu, yaşadım demeliyim. Görmek eylemi yaşadıklarımı tam olarak karşılamıyor çünkü. Tıpkı, şu anki gibi hiçbir şey göremiyordum. Gözlerim yoktu. Ama hissediyordum; her şeyi tüm ayrıntılarıyla hissedebiliyordum. En küçük hücreme kadar. Olağanüstü bir deneyimdi. Havaya yükseliyordum. Sanki içi helyum dolu bir balonmuşum gibi göğe çıkıyordum. Hiç durmadan, hiçbir engele takılmadan. Yükseldikçe rahatlıyordum. Tüm dertlerim, sıkıntılarım, acılarım, pişmanlıklarım, keşkelerim yok oluyordu. Ardımda bırakıyordum onları. Hafifliyordum. Uzay boşluğuna kadar çıktım sanırım. Uzay karanlığına girdim. Ne bir ses, ne bir görüntü. Sonsuz karanlık vardı. Sonra, çok ama çok muazzam bir varlık hissettim yakınımda. Bir mıknatıs gibi beni kendine çekiyordu. Tarif edemeyeceğim kadar büyüktü, güçlüydü, sonsuzdu. O beni kabul etti. Tüm kötülüklerime, tüm yanlışlarıma, tüm yalanlarıma rağmen beni tertemiz koynuna aldı. Yalnız değildim. Koynunda benim gibi milyarlarca varlık vardı. O’nunla ve onlarla bir oldum. İşte o an, kendimi mükemmel hissettim. Hayatımda ilk kez kendimi tamamlanmış gibi hissettim. İnanılmazdı. Cennet dedikleri yer, orası olmalıydı. O bana durmadan fısıldıyordu. Bir kadın sesiydi. Evet, bir anneydi. Ancak bir annenin sesi bir insanı bu kadar rahatlatabilir. Bana şefkat dolu, tatlı sesiyle bir şeyler söylüyordu. Ninni söylüyordu sanki…”

Esra’nın yüzü kireç gibi olmuştu. Ağzından sözcükler zorlukla çıktı: “Ne dedi size? O varlık size neler söyledi?” Esra, Jose ve Tim nefeslerini tutmuştu. Birazdan hastanın vereceği cevap araştırma için altın değerindeydi.

“Hepsi geçti, sakın üzülme, dedi. Her şey geride kaldı. Uyu, dedi sonra. Güvendesin, kollarımdasın, dedi. Dünyada yaşadıkların dünyada kaldı, dedi. Seni affediyorum, dedi. Tüm yaptıkların ve tüm yapmadıkların için. Ve ben uyudum. Hayatımın en huzurlu uykusunu çekiyordum ta ki siz uyandırana kadar. Beni neden uyandırdınız? Ben orada çok mutluydum. O’nunla bir olmaktan sonsuz keyif alıyordum. Oraya geri dönmek istiyorum. Lütfen beni…”

Önündeki bilgisayardan hastanın sesini kısan Profesör, “Deney burada sona ermiştir arkadaşlar. Tekrar dondurma işlemini başlatabilirsin Jose,” dedi. Jose’nin parmakları klavyeyi dövmeye başladı. Beyin, tekrar kademeli olarak -196 santigrat dereceye getirilerek dondurulacaktı. Bu işlem sırasında Esra, kuvöze dikkatli bir şekilde kriyo-koruyucu sıvı verecekti. Böylece, beyin hücrelerindeki suyun buzlaşması engellenecek, gelecekte tekrar uyandırılması mümkün olacaktı.

Yarım saat sonra üçlü, laboratuvardan beş dakikalık yürüyüş mesafesinde olan, ikinci kattaki küçük bir toplantı salonundaydılar. Araştırmaları için otuz dakika önce yaptıkları ikinci deneyi tartışıyorlardı. Bir yandan da önlerindeki filtre kahveleri içiyorlardı. “Çok garip,” dedi Profesör. Uzun, kızıl sakalını kaşıyordu. Önündeki tabletten, hastanın söylediklerinin İngilizce dökümünü tekrar gözden geçiriyordu: “Geçen hafta uyandırdığımız hasta da aynı soruya karşılık, aşağı yukarı aynı şeyleri söylemişti. Ölümden sonra göğe yükselme, yüce bir varlıkla bir olma, o varlığın bir anne olması ve ona söyledikleri…”

Profesörün ve öğrencisi olan iki doktorun altı ay önce başlattığı araştırma, ölümden sonra hayatın olup olmadığına dairdi. Kriyoji alanında çalışan üçlü, gelecekte uyandırılmak üzere dondurulmuş kişileri hayata döndürerek, bu soruya yanıt arıyorlardı.

“Uyandırdığımız önceki hastamız Isaac, Amerikalı bir Yahudi’ydi. Hasan ise bir Müslüman. İkisinin de diğer dünyaya ilişkin aynı soruya tıpa tıp aynı cevabı vermesi insanı korkutuyor. Acaba üç büyük din Tanrı konusunda yanılıyor mu? Tüm bunların bir açıklaması olmalı, değil mi Profesör?” diye sordu Jose. Bir yandan, boynundaki altın haçla uğraşıyordu. Duyduğu endişe yüzünden okunuyordu. Esra araya girmek zorunda kaldı: “Ama şunu unutmayalım, Hasan resmi kayıtlarda Müslüman olarak gözükse de, hayattayken doldurduğu Kriyojeni başvuru anketinde bir agnostik olduğunu açıkça belirtiyordu. Yani yaşarken Hasan’ın bir tanrısı yoktu ve ölümden sonra yaşam olduğuna dair sabit bir fikre saplı değildi. Buna rağmen, tek tanrı inancına sahip biriyle aynı şeyleri söylemesi daha da şaşırtıcı değil mi?”

Kafasını sallayan Profesör, “Şunu aklımızdan çıkarmayalım arkadaşlar: İlk canlandırdığımız on iki hastadan sadece üçü, bilincine tekrar kavuşabildi. Bu üç kişiden ikincisi, bilinci yerinde olsa da sorularımızı cevapsız bıraktı. Kısacası, araştırma kapsamında şu ana kadar yalnızca iki hastadan cevap alabildik. Daha fazla örneğe ihtiyacımız var. İki kişinin benzer şeyler söylemesi, rastlantı da olabilir. Kesin sonuçlara varabilmek için, daha fazla hastayı başarılı bir şekilde uyandırmalıyız. Eğer cevap verecek olan üçüncü hasta da aynı şeyleri söylerse, işte o zaman işler değişmeye başlar,” dedi.

Yaramaz bir çocuk gibi gülümsüyordu. “Haftaya bir Hindu hasta uyandıracağız. Onun söyleyeceklerini şimdiden çok merak ediyorum,” diye ekledi.

Bu öykü Lagari Fanzin 1. Sayısında yayınlanmıştır.

Paylas:
error0
fb-share-icon20
Tweet 20
fb-share-icon20

Ruhşen Doğan Nar

1988, İzmir doğumlu. Dokuz Eylül Üniversitesi’nde Mütercim-Tercümanlık okudu. İngilizce öğretmenliği yapmakta. 2016 Şerzan Kurt Öykü Yarışmasında Türkçe öykü dalında ödüle layık görüldü. Bilimkurgu öykülerinden oluşan ilk kitabı "İçimdeki Robot", Yitik Ülke Yayınları'ndan 2019 yılında çıktı. "İçimdeki Robot", Kayıp Rıhtım Okur Anketi'nde "Yılın En İyi Yerli Spekülatif Öykü Kitabı" kategorisinde ikinci olmayı başardı. İkinci öykü kitabı "Bir Gün Mutlaka Delireceğim" 2020'de okurlarla buluştu. İthaki Yayınları’nın “Yeryüzü Müzesi” ve Yitik Ülke Yayınları’nın “Mutsuz Aşk Vardır” derlemelerinde öyküleriyle yer aldı. "Uyan!" adlı bilimkurgu fankiti, Fanzin Apartmanı tarafından basıldı. Bilimkurgu Kulübü ve Fanzin Apartmanı'nda yazılar kaleme almaktadır. Çeşitli dergi ve fanzinlerde öyküleri yayımlanmaktadır.

Bir cevap yazın