Öykü

Satıcı

Krase pasajından içeriye girdiğinde yoğun yeşil bir ışık gözlerini kamaştırdı. Soldaki ilk kapıyı açıp merdivenlerden indi. Son basamağa geldiğinde hafifçe ayağı kaydı, düşmemek için yan taraftaki duvara tutundu. Duvarın ısısı elini yakmıştı.

Önündeki geniş meydanın görünümü, yanıp sönen rengârenk ışıklar yüzünden sürekli değişiyordu. Kalabalığın arasından kendine yol açarak ağır ağır ilerledi. Müziğin ritmi beyninin derinliklerine işliyor, basın her vuruşunda beyin dokusunun bir kısmı sanki kafatasından fırlayıp çıkmak istermiş gibi yerinden fırlıyordu.

“Şu kranial trash’ı hiç sevemedim” diye düşündü. “Gençler bu müzikten ne anlıyor, bilmiyorum.”

Barın önüne geldiğinde bir an duraksadı. Hem işini bitirip gitmek istiyordu, hem de bir kadeh içkiye ihtiyacı vardı.

Barmenden koyu satir istedi. Barmen içkiyi hazırlarken bir yandan da bu yeni müşterisini süzüyordu. Kılığı buranın sürekli müşterilerine hiç benzemiyordu. Başının sağ tarafını kaplayan geniş yanık izi ilk bakışta insanın içini ürpertiyordu.

Koyu satiri uzattı. Parayı peşin alıp kasaya koydu.

İçkisini bir dikişte bitirip hızlı adımlarla tuvaletlerin olduğu bölüme doğru ilerledi. Erkekler tuvaletinin kapısını açtığında buz gibi bir hava yüzüne çarptı.

Lavaboların yanında duran üç gence yaklaştı. “Elimde çok iyi kırılmış buz var” dedi. “İster misiniz?”

“Bir bakalım” dedi gençlerden biri.

Belindeki buz çantasını açıp soğuk kırıntıları uzattı. Buz kırıntısından küçük bir tanesini alıp ensesine yapıştırdı genç. “Fena değil” dedi. “Buna kaç para istiyorsun?”

Çantasındaki bütün kırılmış buzları satıp bir an önce buradan kurtulmak için pazarlığa razı oldu. Aslında, elindeki mal söylediği fiyattan çok daha fazla ederdi.

Hızlı adımlarla yürüyüp kalabalığın arasından geçti. Merdivenlerin başına geldiğinde başına korkunç bir ağrı saplandı. Sıcak duvara tutuna tutuna merdivenleri çıktı, kendini pasajdan dışarı attı.

Birden başındaki ağrının hafiflediğini hissetti. Yapay ortamlardaki yüksek volümlü ses, güçlü ışıklar ve havasızlık insanın kendine uyguladığı işkenceden başka bir şey değildi.

Derin bir nefes alıp ortamdaki püskürtme oksijeni içine çekti. Beyaz neonlar sayesinde her yer ışıl ışıldı. Alnında biriken ter damlacıklarını elinin tersiyle silip yürümeye başladı. Nedense koridorlar epey tenhaydı. Kırma satan birkaç işportacı çocuktan ve sağda solda yürüyen dört beş kişiden başka kimse görünmüyordu.

“Hava bugün her zamankinden daha sıcak” diye düşündü. “Kimse koridora çıkmaya cesaret edemiyor.”

Uyandığında, nedenini bilmediği bir sıkıntının içini kapladığını hissetti. Sinirli bir hareketle şakağındaki kabloyu çekip attı, monitörü kapattı. “Bugün yine aynı filmi seyredeceğiz” diye düşündü. Canı o pasaja gitmeyi hiç istemiyordu ama pasajda her zaman müşteri bulunuyordu ve kırılmış buzu çok çabuk elinden çıkartabiliyordu.

“Yine çok sıcak” diye düşündü. Koridoru görebilmek için perdeyi açtığında beyaz neonlar gözlerini kamaştırdı. Bugün de çok tenhaydı ortalık. Pencereyi açıp derin bir nefes aldı. Canı o pasaja gitmek istemiyordu.

Ne olursa olsun gitmeyecekti bugün.

Buz çantasını açıp iki üç parça kırık buzu alıp ensesine yapıştırdı. “Bugün epey zarar ediyorum” diye düşündü. Bir an duraksadıktan sonra kararlı bir hareketle çantadaki en büyük buz kırığını alıp ensesindeki diğer buzların yanına yapıştırdı.

Monitörü açıp karşısına çıkan sitelerde gezinmeye başladı. Kayra gezegeninin kırmızı tülü andıran çift eşeyli canlılarını görünce OK düğmesine bastı. “Değişik bir rüyaya ihtiyacım var” dedi yüksek sesle. Kabloyu şakağına yerleştirip uzandı. Uykuya dalarken hafif bir gülümseme belirdi yüzünde; kendini okyanusların üzerinde salınan kırmızı bir tül gibi hissediyordu.

Satıcı, büyük bir sarsıntıyla yatağından fırladı. Pencereden içeri güçlü bir sıcak hava dalgası girmişti. Elini bilinçsizce ensesine götürdü. Tüm buz parçacıkları erimişti. “Allah kahretsin” dedi. “En iyi mal hiçbir şey anlamadan ziyan oldu.”

Bir yandan giyinirken, göz ucuyla açık olan pencereden de koridora baktı. Koridorun başındaki bina yana yatmış, biraz ilerideki bir mağaza tamamen çökmüştü. Yoğun bir toz bulutu kaplamıştı her yeri.

Monitörlerdeki tüm yayınlar durdurulmuş, kır saçlı bir adamın, heyecanlı bir ses tonuyla olan biteni açıkladığı acil yayın programı başlamıştı. “Sakin olun” diyordu adam. “Paniğe gerek yok. Bu beklenen bir şeydi!”

İki yüz yirmi yıl önceki büyük patlamanın etkisiyle oluşan artçı bir patlamaydı bu. Belli aralarla bu tür patlamalar olacaktı ve artçı patlamaların daha üç yüz-dört yüz yıl sürmesi bekleniyordu.

Asıl sorun, her patlamadan sonra sıcaklığın biraz daha artmasıydı. Gerçi yönetim biriminin sıcaklığa karşı önlem aldığı ve korkulacak bir şeyin olmadığı sürekli duyuruluyor ama nasıl bir önlem alındığını kimse bilmiyordu. Sıcaklık da her patlamadan sonra artıyordu.

“Merak etme” dedi Kırbaş. “Yakında senin gibi pis uyuşturucu tüccarlarının soyu tükenecek.”

Satıcı, sorgu odasındaki spotların ışığı altında nerdeyse birkaç dakikada kilolarca ter dökmüştü. Derisinin kurumaya başladığını hissediyordu. Ciğerlerindeki serbest sıvı seviyesi azaldığından nefes alması gittikçe zorlaşıyordu.

“Kimseye zarar vermek istemedim” dedi belli belirsiz bir sesle. “Sıcağa dayanabilmek için insanların ihtiyacı vardı kırılmış buza.”

Suratına inen yumruğun şiddetiyle oturduğu sandalyeyle birlikte arkaya yuvarlandı. Yerden kalkmaya çalışıyordu ama beyninin gönderdiği impulslar kol ve bacaklarına ulaşamıyordu. “Susuzluktan motor sinirler de kurudu herhalde” diye düşünürken olduğu yere yığılıp kaldı.

Kendine geldiğinde ışık hızından biraz daha hızlı giden bir aracın içinde buldu kendini. Elleri kelepçeliydi. Yanındaki muhafız, uyandığını fark edince silahı üstüne doğrulttu. “Tamam” dedi Satıcı. “Sakin ol, elim kolum bağlı oturuyorum şurada.”

Gözleri aracın içinde küçük bir tur atıp Kırbaş’ı aradı. Yoktu. Derin bir nefes aldı. En azından olumlu bir şeydi bu. Çünkü hiçbir muhafız Kırbaş kadar acımasız olamazdı.

Araç durduğunda muhafız ayağa kalktı, silahın namlusuyla Satıcı’yı dürterek aşağı inmesini işaret etti.

Satıcı donup kalmıştı. Önündeki manzara, bugüne kadar gördüğü hiçbir koridora benzemiyordu. Yerler göz alabildiğine kahverengi bir maddeyle kaplıydı. Yukarıda mavi bir boşluk vardı ve alan düz değil, engebeliydi. Bazı yerlerde mavi boşluğa doğru yükselen geniş çıkıntılar vardı.

İleride, çevresinde bir sürü aracın bulunduğu piramit şeklinde gri bir bina yükseliyordu. Muhafız, silahın namlusuyla sırtına bir kez daha dokundu. Ne söylenmek istendiğini anlamıştı Satıcı. Ağır adımlarla binaya doğru ilerledi.

Binaya girdiklerinde mavi üniformalı iki muhafız Satıcı’yı alıp her tarafı beyaz fayanslarla kaplı geniş bir odaya götürdü. İçerisi dört bir yana koşuşturan beyaz önlüklü insanlarla doluydu. Odanın sağ tarafında, ön yüzü bilgisayar donanımıyla kaplı büyük metal bir cihaz vardı.

Satıcı’yı ameliyat masasına benzer bir yere yatırdılar. El ve ayak bilekleri otomatik kelepçelerle yatağa sabitlendiğinde soğuk terler dökmeye başladı. Kendini idam mahkûmu gibi hissediyordu.

Ne bir yargılama yapılmıştı, ne suçlu olup olmadığı araştırılmıştı. Evine yapılan baskından sonra apar topar Güvenlik Merkezi’ne götürülmüş, Kırbaş’ın hakaretlerine ve işkencelerine maruz kalmıştı. Sonra da bir araçla laboratuvara benzeyen bu garip yere getirilmişti.

Yeşil elbiseler içinde, kurbağaya benzeyen, ağızları maskeyle kapalı üç kişi Satıcı’ya yaklaştı. Masanın yanındaki monitörü çalıştırdılar. Monitörün çalışmasıyla birlikte tavandaki matkaba benzeyen cihaz ağır ağır üzerine doğru inmeye başladı.

Başında korkunç bir ağrıyla uyandı. Çevrede kimse yoktu. “Hemen kalkıp kaçmalıyım buradan” diye düşündü. Kalkmak gerçekten de bir düşünceydi ve hep öyle kalacaktı.

Vücudunun hiçbir yerini oynatamıyordu Satıcı. Bağırmak istedi ama sesi çıkmadı. Çığlığı yalnızca kendi beyninde yankılanıyor, dışarı yansımıyordu.

Aniden karşı duvardaki monitör açıldı. Son yaşadığı patlamadan sonra monitörde görünüp bilgi veren kır saçlı adam vardı karşısında.

Yine aynı heyecanlı ses tonuyla konuşuyordu. “İşlediğin suçlar için seni cezalandırmak, ruhunu ve bedenini yok ederek çürümeye bırakmak yerine, bir tür ödül sistemi geliştirdik… En azından ölümden kurtuldun. Sınırsız hareketsizliğe kavuştun. Gezegenimize yaptığın hizmetin ödülü olarak bu hayatı sana uygun gördük…”

“Ne hizmeti… Ne ödülü… Sen neden bahsediyorsun be adam, çıkarın beni buradan…” diye bağırmaya çalıştı Satıcı. Sesini yalnızca kendisi duyuyordu.

“Gezegenimizin kurtuluşu için geliştirdiğimiz projeye dâhil olman senin için büyük bir onur. Eskiden beyinciğinde bulunan hipotalamus bezi bu gezegenin son kurtuluş umudu. Vücudunun ısı düzenleyicisi olan hipotalamus, şimdi gezegenin ısısını düzenlemek için oluşturulan bir aygıtın en değerli parçası durumunda. Bu projeye yaptığın katkıdan dolayı seni kutluyoruz Satıcı… Masanda rahat uzan.”

Paylas:
error0
fb-share-icon20
Tweet 20
fb-share-icon20

Lagari Konuk

İnfo@lagaribilimkurgu.com adresine yazı gönderip konuk yazar olarak yer alabilirsiniz.

Bir cevap yazın