Öykü

Unutulmuşun Mesajı

ODTÜ bilgisayardaki derslerim bittikten sonra aceleyle bilgisayar kulübüne gittim. Ana ağ odasının üstünde, daracık bir merdivenden çıkılan bir odamız vardı. 1998’de ağa bağlı iki bilgisayar ile Türkiye’nin dışarı açılan internet kapısında oturuyorduk. Birkaç ay önce warez sitesinde korsan yazılım dağıtan arkadaşlardan biri yüzünden azar işitmiştik. ABD’nin şirketlerinden biri rektörlüğe yazı yazınca onun sitesini kaldırmıştık. Warezle uğraşmasak da programlamayı yeni öğrenen her genç gibi bizim aklımızda hinlikler vardı. Ev arkadaşım Elektrik Elektronikten Bülent ile buluşup okul eposta şifrelerini kırıyorduk. Daha şifreleme hakkında bilinenler çok azdı.

İlk sene tüm şifreler açıkta, gizli bir klasörde tutuluyordu. Hoş o zamanlar kimse eposta da kullanmıyordu. Biz kırdıkça network yöneticisi Tayfun abi hataları düzeltiyor, sistemi güçlendiriyordu. O gece tek başınaydım. Yeni yazdığım script ODTÜ’nün tüm şifrelerini Tayfun abinin kilitlerine rağmen ele geçirmişti. Heyecanla bilgisayarın başına oturdum. Şifrelere hızlıca göz attım. Büyük bir kısmı küfürlü sözler ya da “şifre” veya “password” olurdu. Gene değişmemişti. Bölümden hocaların eposta şifrelerini kontrol edip kapatacaktım ki gözüme bir şifre takıldı.

112478 öğrenci numaralı birisinin şifresi 13 karakterdi. Kimsede sekiz karakterli şifre bile yokken, nasıl bu kadar uzun şifre olduğunu merak ettim. Şifre rastgele harflerden oluşuyordu.

cthulhufhtagn

Bunu aklında tutan adamı bulmalıydık. Bülent’e söylemek için numarayı ve şifreyi bir kâğıda yazıp cüzdanıma koydum.

Kapıdan dışarı çıktığımda saat on bir olmuştu. Yüzüncü Yıl’daki evime yürürken Ankara’nın soğuk havası iliklerime işliyordu. Mühendisliklerden ayrılıp çarşının önüne vardığımda içimi bir ürperti kapladı. Stadın orada, gölgelikler içinde sanki biri beni izliyordu. Kampüs boşalmıştı. Hızlı adımlarla A2 kapısına varıp oradan eve yollandım.

Ertesi gün, Çatı Cafe’de Bülent’le otururken bir kız yanımıza geldi. Siyah saçlı, siyah gözlüklü, ürkek bakışlıydı. Üzerinde yıkanmaktan solmuş bir hırka, altında da uzun bir etek vardı. Omzuna asılı büyük çantanın içinde kitaplar doluydu. “Merhaba” dedi, gözlerini bizden kaçırarak.

Ben de “Merhaba” diyerek cevap verdim.

O gözlerini bizden kaçırıyor, ben de onu süzüyordum. Bülent’le bakıştık. Omzunu silkti.

Kız birkaç dakikadır konuşmamıştı. Çantasının kayışına sıkı sıkı sarılıp gözümün içine baktı.

“Oturabilir miyim?”

“Elbette” dedim. Ayağımı sandalyeden çekip, ona doğru ittirdim.

Oturduktan sonra çantasından kitaplarını çıkarttı.

Bülent’le yeni warez sitelerinden biri hakkında konuşurken o da kitaplarını inceliyordu. Kitaplar kalın deri kapaklıydı. İçinde Arapçaya benzer yazılar vardı. Ona baktığımı görünce duraksadı.

“Siz bilgisayardan anlar mısınız?”

Kız gözlüklerinin ardından çekinerek bana bakıyordu.

“Evet” dedim. “Bilgisayardan anlarız.”

“Benim bir problemim var ve sizin çözebileceğinizi söylediler.”

“Kim söyledi?”

“Önemli olan, bilgisayar problemlerini çözüp çözemeyeceğiniz. Yapabilir misiniz?”

Ben kızı sıkıştırıp, derdini öğrenmek istiyordum. Ama Bülent masanın altından ayağıma tekme attı. Ne oldu diye ona bakarken, zaman kaybetmeden kıza yanaştı.

“Probleminiz nedir?”

Kız ürkek bakışlarını Bülent’e çevirdi.

“Evdeki bilgisayarıma virüs bulaşmış galiba. Sürekli garip mesajlar çıkıyor.”

Bülent kıza doğru eğildi. Elini masaya koydu.

“Nasıl mesajlar?”

“Anlamıyorum. Bir gelip bakmanız mümkün mü?”

“Elbette, eviniz nerede?”

“Yüzüncü Yıldayım. Naz gıdanın yanından geçince solda ikinci sokakta. Kapı numarası 29A.”

Bülent kızın elini tuttu.

“Yarın görüşmek üzere. Ancak ismini bilmiyorum.”

Kızın utangaç gözleri bir an aydınlandı. Dudaklarının arasından saklı bir gülümseme ışıldadı.

“İsmim Sinem. Yarın akşam sekizde gelebilir misiniz?”

Bülent heyecanla Sinem’e geleceğini söyledi. O da teşekkür edip yanımızdan ayrıldı.

Sinem dağınık saçlarını daha da karıştırmaya çalışan rüzgâra aldırmadan yürüyüp gitti.

O uzaklaştıktan sonra Bülent heyecanla omzuma vurdu.

“Oğlum, ne güzel parçaydı değil mi?”

“Eh fena değildi.” Bülent bir an durup bana baktı.

“Kızı kaptım diye sinirlenmedin değil mi?”

“Yani önce ben konuşmuştum.”

“Tamam, ama bir şey yapmıyordun. Onu ikna eden ben oldum. Hem beğenmiş miydin?”

Bülent’in heyecanını görünce bana verecek tek cevap vardı.

“Yok, be oğlum. Benim tipim değil zaten.”

O günden sonra Bülent ve Sinem çıkmaya başlamışlardı. Bülent’i artık daha az görüyordum. Şubat tatilinde neredeyse her gün Sinem’in evinde kalmıştı. Bahar dönemi başladığında artık ayrılmaz olmuşlardı. Kirayı veriyordu, evin boş olması da işime geliyordu. Gene de arkadaşımı kaybetmek içten içe üzüyordu. Bölümde dersler zorlaşmıştı. Bilgisayar kulübünde de Bülent gidince yenileri eğitmek bana kalmıştı. Arada şifreleri kırmaya zaman ayırabiliyordum ama eskisi gibi değildi.

Bahar şenliği zamanı Bülent’i gördüm. Sallanarak yurtların oradan Çarşı’ya gidiyordu.

“N’aber oğlum?” dedim. Durup bana baktı. Gözlerinin ardından bir başkası var gibiydi. Şaşkınlığı geçip de beni tanıdığında yüzüne yabancı birinin gülümsemesi oturdu.

“İyiyim Selim. Sen nasılsın?”

“İyiyim işte, şenliklerden sonraya yetişecek bir sürü ödevim olmasa daha iyi olacağım.”

Güldü. Kahkahasında yapmacıklık vardı.

“Sinem bana destek oluyor, onun sayesinde tüm derslerim çok daha iyi. İstersen sana da bir kız bulalım.”

“Yani ikiniz beraber geçirdiğiniz onca zamanda sadece ders mi çalışıyorsunuz?”

Omzuna vurdum. Ceketinde hafif bir nem vardı.

Beraber güldük.

“Aslında dersler dışında şeyler de çalışıyoruz. Onun verdiği ilham ile yeni bir devre bile yapmaya başladım.”

“Ne devresi yapıyorsun?”

Bülent kulağıma eğildi. Şenliğin gürültüsünde zorlukla duyulabilecek bir sesle fısıldadı.

“Geçmişin sinyallerini toplayacak bir radyo yapıyorum.”

“Nasıl yani?”

“Hani senle konuşmuştuk ya, sinyaller asla kaybolmayıp uzaya yayılıyor diye. Geçmiş sinyaller bizden uzaklaşıyor, ama başka boyutlarda da bizim sinyallerimizin olabileceğini düşünüyorum. O sinyalleri yakalayabilirsem, geçmişten mesajlar alabilirim.”

“Ne mesajı abi? Kaç yıl geri gitmeyi düşünüyorsun?”

“Yıl değil Selim, bin yıllarca geri gitmek istiyorum.”

“O zamanlar radyo yoktu ki. Kim bize mesaj gönderecek?”

Bülent gülümsedi.

“Dinlemezsen bilemezsin.”

Bülent anlamadığımı görünce bir kahkaha daha attı ve gitti.

Finallere hazırlanırken gece Sinem telefonumu çaldırdı. Yanlışlıkla aramış olmalıydı. Aldırış etmeden Winamp’deki çalma listemden gaza getirici bir MP3 seçtim. Bülent gittiğinden beri eve iyice yayılmıştım. Telefonum tekrar çaldığında zil sesini zorlukla duydum. Arayan gene Sinem’di.

“Selam Sinem, hayırdır?”

Telefondan ses gelmiyordu.

“Alo, Sinem?”

Hırıltılar duymaya başladım. Garip bir dilde konuşmalar vardı.

“Sinem? Bülent? Dalga geçmeyin oğlum.”

Modemin sesi çığlıklara karışıyor gibiydi. Bilgisayarımın ekranı kararıp aydınlandı. Hoparlörlerden dalga sesleri gelmeye başlamıştı. İnsan gırtlağından çıkamayacak bir ses evi doldurdu. Telefonun küçük yeşil ekranında sayılar ve garip yazılar çıktı. Kapatmaya çalışıyordum ama olmuyordu. Tüm o gürültünün arasında, sanki yanı başımdaymış gibi Bülent’in sesini duydum.

“Sıçtım oğlum. Beni kurtar.”

Dalga seslerine garip bir balina şarkısı katılmıştı. Modemin çığlıklarına eşlik ediyor, imkânsız bir huzuru müjdeliyordu. Donup kilitlenen parmaklarımı zorlukla açtım. Bana ihanet eden elime rağmen telefonu duvara atmayı başardım. Telefon kırılıp pili içinden fırladığında sesler de susmuştu. Aceleyle modemin ve bilgisayarın fişlerini çektim. Evdeki tüm lambaları yakıp soluklandım. Balkona çıktım. Ankara’nın soğuk havasını ciğerlerime çektim. Yapacak bir şey yoktu. Bülent’in ne haltlar karıştırdığını anlamak için onların yanına gitmeliydim.

Sinem’in sokağındaki evlerin ışıkları kapalıydı. Beni bırakan taksici suratında çokbilmiş bir gülümseme ile dönüp gidince karanlıkta kalmıştım. Sokak lambaları bile yanmıyordu. Binayı bulutların arkasında bir saklanıp bir çıkan ay ışığında buldum. Kapısında 29 yazan beş katlı eski binadan içeri girdim. Sokakta dolanıp duran köpek ve kediler bile bir kuytuya saklanmışlardı.

Sinem’in evi ilk kattaydı. Kapıda numara değil, harfler vardı. A yazan kapıya geldiğimde Ankara’da alışmadığım bir koku duydum. Deniz kokuyordu. Havada iskelenin altında çürümekte olan yosunların kokusu vardı. Tuzlu, tatlı ve bir o kadar da tiksindiriciydi. Zile bastım ama ses çıkmadı. Kapıya yüklenip açabilir miyim diye kontrol etmek için elimi attım. Kapı hiç ses çıkartmadan açıldı. Uzun koridorun sonundan, mavi bir ışık geliyordu. Yerler ıslaktı.

Bülent’e ve Sinem’e seslendim ama kimse yanıt vermedi.

Kapının önünde gecenin o saatinde bu adam niye bağırıyor diye komşulardan da dışarı çıkan olmadı.

İzlediğim tüm korku filmlerinden öğrendiklerime rağmen içeri girdim. Islak halıda dikkatlice yürüyerek ilerledim. Işığın geldiği odaya vardığımda Bülent ve Sinem’i gördüm.

Bilgisayarın mavi ekranına bakıyorlardı. Bülent’in kollarına ve başına saplanmış kablolar vardı. Sinem’in etrafında yere, okumaya çalıştığımda başımı ağrıtan yazılardan bir çember çizilmişti. İkisinin de gözleri açıktı. Gözleri bembeyazdı. Bilgisayara doğru adım attığımda aynı anda başlarını bana çevirdiler.

“Sen çağırdın oğlum beni buraya, ne halt ettiniz?”

Cevap vermediler.

Bilgisayarda, uzak denizlerin dalgalarının sesi vardı. Balina şarkılarına karışan bir garip melodi odayı sarmıştı. Başta mavi hata ekranı sandığımın aslında başka bir şey olduğunu gördüm. Bülent’in programı hem internetten bir şey indiriyordu hem de bir şey yüklüyordu. Okuması zor, garip harfler ekranda bir belirip bir kayboluyordu. Ne olduğunu anlamaya çalıştığımda gözlerimin ardında bir görüntü belirdi.

Çok eski zamanlardan kalma bir anı zihnime aktı. İnsanlığın var olmadığı çağlarda, dünyanın yerinde başka bir gezegen varken, burada yaşayanlardan birinin hatırası aklımda belirdi. O kıyametten kurtulmak için çözüm bulmaya çalışan bir antik zaman seyyahıydı. Yazılar anlamlı olmaya başlamıştı. Bülent geçmişten o Seyyah’ın hatıralarını indiriyor ve internete yüklüyordu.

Modemin çığlıkları fizik kurallarının dışında bir varlığın gelişini müjdeliyordu. Seyyah boyutlar arası köprüden geçip geldiğinde unutulmuş olan yeniden dünyanın hâkimi olacaktı. Yıldızlar tekrar sıralanacak ve gökyüzü açılıp dünyanın gerçek efendileri dönecektiler.

Ağlamaya başladım.

Gözyaşlarım soğuk denizleri taşıdı.

Dayanmaya çalıştım.

Gözlerimi kapadım.

Ankara’nın seslerini hatırlamaya çalıştım.

Deniz ve onun getirdiklerini değil, Ankara’nın bozkır havasını düşledim.

ODTÜ’nün neşesini ve soğukluğunu hayal ettim. Çorak topraklar denizi yutup yok ettiler. Seyyah’ın etkisi üzerimden kırıldığında ne yapacağımı biliyordum. Bilgisayarı kapatmak ya da modemin fişini çekmek artık işe yaramazdı. Sinem ve Bülent bağlantıyı sağlıyorlardı. Onları durdurmak için tek bir şey yapabilirdim.

Mutfağa gittim.

Çekmeceden büyük bir bıçak aldım.

Bülent’in koluna girmiş kabloları kesmek için kolunu tuttum. Beyaz gözlerini bana çevirdi. Ağzından unutulmuş bir ses çıktı. Boynuma hamle yapınca bıçağı göğsüne sapladım. Ölmemişti. Elleri boynuma uzanıyordu. Çıkartıp tekrar sapladım. Hala beyaz gözleriyle bana bakıyordu. Gözleri insan gözü oluncaya kadar bıçağı tekrar, tekrar sapladım.

Sinem’e sıra geldiğinde ne yapacağımı biliyordum. Sonrasında kâbuslarıma giren bir soğukkanlılıkla saçını çekip boğazını kestim. Kan fışkırıp duvarı kızıla boyadı.

Mavi ekrandaki yazılar yavaşladı.

Bülent’in çalıştırdığı programı buldum. ODTÜ’ye bağlanmıştı. Durdurmak için öğrenci şifresini bilmem gerekiyordu. Numara bir yerden bana tanıdık geldi. Cüzdanımda Bülent’e söylemek için sakladığım kâğıdı çıkarttım. Aylardır yanımda gezdirdiğim kâğıttaki numara ile aynıydı. Şifreyi girdim ve ODTÜ sunucusundaki programa ulaştım. Hepsini kapatma komutu vermek çok da zor olmadı.

İşlemler birer birer sustuklarında, denizin sesi de kesildi.

Önce evdeki lambalar sonra da sokak lambaları yandı.

Elimde bıçak, açık kapıdan fırlayıp kaçtım.

O gece ve sonrasında kimse benden şüphelenmedi.

Bülent ve Sinem’in ölümü okullar kapanıncaya kadar okulda konuşuldu. Yeni dönem başladığında ise unutulmuştu.

Bense kâbuslardan kurtulsam da o geceden kurtulamadım. İnternet tüm dünya ve Türkiye’ye yayılırken Seyyah’ın parçaları daha da güçleniyordu. Bir gün yıldızlar doğru sıraya girdiğinde, bilgisayarlarımızdan uzanıp bize ulaşacaktı.

O gün hatamı düzeltip, ona katılmak için hazır olacağım.

Gökçe Mehmet AY konuk yazar görseli.

Fanzinin tamamına ulaşmak için buraya tıklayabilirsiniz.

Paylas:
error0
fb-share-icon20
Tweet 20
fb-share-icon20

Lagari Konuk

İnfo@lagaribilimkurgu.com adresine yazı gönderip konuk yazar olarak yer alabilirsiniz.

Bir cevap yazın