Bilim & Teknoloji

Yıldız Tozu

Gözlerimiz çoğu zaman hep gökyüzünde. Bulutların ardında koskoca bir evren var. Güneş tamamen batıp diğer yarımküreyi aydınlatmak için bizden ayrıldığında yerini alan yıldızlar, aslında hep oradalar. Biraz daha odaklandığımızda Mars’ın kızıl yüzeyine doyasıya bakabiliyoruz. Daha dikkatli bakar ve şehrin ışıklarından biraz daha uzaklaşırsak Venüs’ü tüm çıplaklığıyla karşımızda bulabiliriz. Satürn yine halkalarıyla dans eder, Jüpiter bütün kudretiyle sırıtır. Yeryüzünden uzaklaştıkça boşluk ve düzensizlik etrafımızı sarar. Yanımızdan bir kuyruklu yıldız geçer, nebulalar parıl parıl parıldar, ilerdeki güneşin parlaklığı kaç kadirdir diye tahminde bulunabiliriz. Kaosun içinde bir düzendir uzay dediğimiz.

Peki düzenin içindeki kaos, ona nasıl ulaşabiliriz?

Kuarklar yerinde durmadan spin atıyor, elektronlar bir bulut gibi sarıyor çekirdeği. Elektronun biri gidip yandaki çekirdeğin bulutuna karışıyor. Bütün çekirdekler bulutlarını birleştirme kararı alıyor, yapı artık sağlam. Oksijen sadece içimize çektiğimiz haliyle kalmıyor, bulutlara katılıyor, uzun uzun karbon halkaları birbirine geçiyor, sıraya diziliyorlar. Çelik bir yelek gibi sarıyorlar sitoplazmayı ama birkaç kapı inşa etmeyi de ihmal etmiyorlar gelen kargolar için. İçerisi okyanus. Yumurta akı gibi, hem yoğun hem değil. Hem saydam hem opak. Sanki her yerde fabrika var. İçerisi gürültülü. Ribozomlar uçuşuyor etrafta, endoplazmik retikulum (ne havalı isim ama) sarmış her tarafı, kargo şirketi görevi görüyor. Lizozomun içine giren bir daha çıkmıyor sanki. Golgi bir oyuncak fabrikası gibi paketler saçıyor etrafa. Az ilerde merkez binası gibi başka bir çekirdek bizi karşılıyor. Bu çekirdek önceki bahsettiğimizden farklı ve kat kat daha büyük. Görkemli. Sanki bir sırrı var gibi taş kesmiş.

Porlarından içeri süzüldüğümüzde bir ip yumağını andıran o yapının kucağında buluyoruz kendimizi. Her yeri sarmışlar. Çok fazla ip yumağı. Biraz eşelediğimizde piyanoya ilk dokunuşumuzdaki o heyecanı hissediyoruz. Ama bu piyanoda sadece dört tuş var. Sadece dört tuş var ama uzun bir resital olacağa benziyor. Bu yumağın açıldığı bir yer var, oraya doğru süzülüyoruz. RNA polimeraz o açıklıkta kendine bir yer bulmuş, DNA’nın o dalına sıkı sıkı tutunmuş, kopya çekiyor. Belki de çoğu soruyu biliyor ama bir soruda takılmış. Sadece o soruyu kopya çekiyor. Yanında silgisi de var, bir harfi yanlış yazsa hemen düzeltiyor. En ufak bir hatası olursa sonsuza kadar yok olur, biliyor. Ne büyük baskı! Ne büyük stres! Bu yapı hataları asla kabul etmiyor.

Alınan bilgi büyük bir hızla bu merkez binadan okyanusa taşınıyor, o süzülen ribozomlardan biri hemen bu bilgiyi yakalayıp işlemeye başlıyor. İşlenen bu bilgi kendi üstüne kıvrılıyor, elektron bulutlarını olabileceğince kararlı hale getirip öylece duruyor. Tam bu uçsuz bucaksız okyanusta yüzmeye hazırlanırken bir başkası yakasından tutup sürüklüyor. Peki sonra? Her şey olabilir. Gidip başka bir proteine bağlanabilir, hücreden atılabilir, çekirdeğe tekrar dönüp başka kopya işlerine karışabilir… Bunlar sadece günlük işler, eğer hiçbir sorun yoksa her şey tıkırında işler. Bir protein doğar, diğeri ölür ya da öldürülür. Bu küçük oda artık taşıyamaz fabrikalarını, iki odaya bölünmek ister. DNA kendi kopyasını çıkarır. Aynı anda iki odayı yönetmek için bu lazım, değil mi? Aynı anda iki yerde de olmak. Ne büyük lütuf!

Peki ya işler yolunda gitmezse?

İnatçı bir virüs bu odaya musallat olursa, işler içinden çıkılmaz bir hal alabilir. Kendi DNA’sını konak hücresine aktaran bir virüs, çoğalmak için bu okyanusa yerleşmiş mekanizmaları kullanmaya başlar. Çoğaldıkça kendi kapsitlerini inşa eder ve konak hücreyi terk etmeye başlarlar. Konak hücre (yani bizim küçük odamız) bu hasarı onaramayacağını fark ederse kendini öldürmeye karar verir. Evet, apoptoz dediğimiz bu olayda hücrenin içindeki kaspaz ve diğer birçok enzim önce hücre çekirdeğini, sonra da tüm hücreyi paramparça eder. Acıya dayanamayınca kendi kendini imha etmek! Bu da bir nevi lütuf değil midir? Yıldızlarda da böyle değil midir? Bir yıldız artık yaşlandığını fark ettiğinde ya sessizce eder vedasını ya da görkemli bir patlamayla ve o dipsiz mezarlığa gömer kendini.

Gezegenler Güneş’in etrafında dizilmiş, kütleçekim yasasına sırtlarını dayayarak belirli bir düzende dönerler. Ne herhangi biri uzaya savrulur ne de herhangi ikisi çarpışır. Kaosun içindeki düzen. Basit bir şekilde tanımlayacak olursak her elimizde beşer parmak vardır ve parmaklarımızdan birine iğne battığında sinirler harekete geçer. Beyne mesaj gider ve sinir uçlarından nörotransmiter salgılanır, salınan nörotransmiter kas hücresindeki reseptöre bağlanır, bir dizi aktivasyondan sonra sarkoplazmik retikulumun kalsiyum salar ortama, o kalsiyum gider troponin proteinine bağlanır ve kas kasılır. Parmağını hızla çekersin. Düzenin içindeki kaos. Carl Sagan’ın da dediği gibi, belki de hepimiz birer yıldız tozuyuz. Düzen ve kaosun müthiş füzyonu.

Gözlerimiz çoğu zaman gökyüzünde. Kendi göz bebeklerinizdeki evreni de keşfetmeniz dileğiyle…

Paylas:
error0
fb-share-icon20
Tweet 20
fb-share-icon20

Gizem Geçgil

1996 yılında Gaziantep'te doğmuş olup Ankara'da büyüdüm. 2020 yılında İzmir Yüksek Teknoloji Enstitüsü, Moleküler Biyoloji ve Genetik bölümünden mezun oldum. Evrimsel Genetik üzerine yüksek lisans çalışmalarımı Ankara Üniversitesinde yürütmekteyim. Önceleri Ankara'da, Belirsizlik Karmaşasının Kargaşası ismini verdiğim kendi çizim ve yazılarımdan oluşan fanzini çıkardım. Sonrasında yine Ankara'da İkaros Fanzin-Dergi'de editörlük yaptım. 2016 yılında Paranteziçi Fanzin ile tanıştım ve yazılarımı orada devam ettiriyor, Lagari Bilimkurgu'da redaksiyon yapıyorum. Aynı zamanda Fanzin Apartmanı'nda fanzinler/fankitler hakkında kritik yazıları yazmaktayım.

Bir yanıt yazın