Kitap İncelemeleri

Umarım Bir Gün Çevrilir (1)

Bir Yıldızlararası Yol Hikayesi: “Aurora”

Selam bilimkurgusever dostlar.

Başlıktan da anlaşılacağı üzere niyetim, bana ayrılan bu köşede dilimize çevrilmemiş bilimkurgu eserlerini, özellikle romanları yapabildiğim kadar tanıtmak. Tanıtım yazımdan da anlaşıldığı gibi, Türkçede bulabildiğim neredeyse bütün bilimkurgu edebiyatını tüketince dış kaynaklara yönelmiştim, yaklaşık on yıldır da buralarda pek ya da hiç bilinmeyen kitaplar deryasında yüzmekle meşguldüm. Dilimize çevrilen bilimkurgu klasikleri kuşkusuz türünün en iyi örnekleri, ama daha çevrilmeyi ve bizler tarafından tanınmayı bekleyen, bazıları ülkemizde bilinen, bazıları da hiç tanınmayan bir çok yazarın yüzlerce kitabı var, ve onların da önemli bir kısmı gerçekten iyi. Gün geçtikçe kütüphanemize yerli ve yabancı yazarların yeni kitapları eklenmekteyse de, dediğim gibi orada bir derya var. O yüzden bu yazar ve kitapları asıl dillerinden okumak isteyeceklere tanıtmanın yanında, onların çevrilmesini sağlamaya küçücük bir katkıda bulunmak da diğer amacım galiba.

İlk seçtiğim kitabın yazarı ülkemizde bilinmeyen birisi değil, Kim Stanley Robinson. Şimdilik ilk kitabı çevrilen Mars Üçlemesi ve İthaki Yayınları’ndan çıkan 2312‘den tanıdığımız yazarın 2015 yılında piyasaya çıkan Aurora isimli romanından, tabii kitabın sürprizlerini olabildiğince ele vermemeye çalışarak bahsetmek istiyorum. Sırada tanıtmayı istediğim pek çok kitap ve yazar var, ama sadece son yollarda okuduğum ve beni etkileyen kitaplardan biri olduğu için değil, konuya yaklaşımındaki farkları yüzünden de Aurora’yı bu ilk yazının konusu olarak seçtim.

Kitaba geçmeden önce Kim Stanley Robinson’un genel olarak sevdiğim bir yazar olduğunu söylebilirim. Kızıl Mars çıktığı zaman bayağı keyifle okumuştum, diğer iki kitabın çıkması yılan hikayesine dönünce de mecbur olup İngilizceleriyle seriyi bitirmiştim, 2312’yi okumam ise yıllar sonrasını bulmuştu. Eğitimi ve mesleği pozitif bilimler olan bir çok bilimkurgu yazarının aksine edebiyat kökenli olan Robinson, aslında daha önceden de isimsiz olarak varolan, 2000’li yılların başından itibaren bir manifesto ile -ki bundan da başka yazıda bahsederim- bir alt tür haline gelen “sıradan” ya da “dünyevi” bilimkurgunun temsilcilerinden sayılabilecek bir yazar. Bu türün normlarına uyacak şekilde dünya ve insan merkezli yazıyor, eserlerinde uçuk kaçık, fantezi ya da büyü gibi teknolojilere, dünyayı ele geçirmeye gelmiş gizemli uzaylılara filan yer vermiyor, insanlığın gelişmeye devam ettikçe yakın ve daha uzak gelecekte hangi noktalara ulaşabileceğini, ve tabii ki hangi sıkıntılarla da karşılaşabileceğini olabildiğince gerçekçi betimlemeye çalışıyor. Mars Üçlemesi bilimkurgunun önemli serilerinden biri kabul ediliyor, İthaki Yayınları’ndan çıkan 2312’nin ise Nebula ödüllü bir kitap olmasına rağmen burada seveni kadar sevmeyeni de var. Ben sevenlerinden birisiyim, belki de bunda çevrilmeden önce orijinal dilinde okumuş olmamın da etkisi olabilir.

Neyse gelelim yazının asıl konusuna. Yazarın önceki kitaplarının aksine Aurora’nın büyük kısmı güneş sistemi dışında, Tau Ceti yıldız sistemindeki bir hedefe doğru gitmekte olan bir “nesil gemisi”nde (generation ship) geçmekte. Dünyadan yapılan gözlemler sonucunda Tau Ceti çevresindeki Jüpiter benzeri azman bir gaz devinin Aurora adı konulan, yaklaşık dünya büyüklüğündeki uydusunun yaşam ve kolonileşme için uygun olduğuna karar verilmiş ve bu nesil gemisi inşa edilmiştir. 2545 yılında Satürn yörüngesinden ayrılan, kilometrelerce çapa sahip ve birbirine on kilometre uzunlukta bir orta mille birleşik iki “Stanford Simidi” (Stanford Torus)  şeklinde olan geminin iki bin yolcusu, yavaşça dönerek yerçekimi sağlayan bu devasa simitlerin içinde yaşamakta ve yolculuk etmektedir. Simitlerin içinde birbirlerinden kapılarla ayrılmış yaşam alanları bulunmaktadır. Her yaşam alanının “tarzı” da diğerlerinden farklıdır.

Kim Stanley Robinson edebiyat kökenli olmasına rağmen kitaplarında uzun teknolojik ve bilimsel betimlemeler yapmayı seven bir yazar. Okuduğuma göre Aurora’yı yazmadan önce de Nasa’daki bilim insanlarıyla görüşüp konu hakkında bilgiler edinmiş, yazarken de önerilerini dikkate almış. Önceki kitabı 2312’nın Türkçe çevrimi hakkında bazı eleştirilerden anladığım kadarıyla bu tarafını sevmeyenler var, bazen sayfalarca tutan teknoloji betimlemeleri herkesin benimseyebileceği bir tarz olmayabilir gerçekten, ama ben işin doğrusu seviyorum o tür detayları.

Neyse, gemiyi ve kullanılan teknolojileri detaylandırmaktan yine çok kaçınmamış yazarımız, ama 2312’den sonra sanırım işin bu yönüne daha bir dikkat etmiş, bu kısımları diğer konuların içine daha bir özenli yedirmiş galiba. Her zamanki yaklaşımından sapmayarak, hiç bir gerçekötesi teknolojiye de yer vermemiş. Kullanılan bütün teknolojiler, insanlığın yok olmaz da kalırsa bir gün ulaşabileceği, bilinen fizik kurallarına ters düşmeyecek ya da onları bir şekilde alt etmeyecek cinsten. Bu yüzden Satürn gezegeninin yörüngesinden (günümüzde de teorik ve pratik olarak üzerinde çalışılan bir teknoloji olan) dev lazerlerle ivmelendirilerek yola çıkmış olan gemi, 12 ışık yılı uzaklıktaki Tau Ceti’ye olan yolculuğunu neredeyse iki yüzyılda tamamlayabilecek bir hıza sahip, ışık hızının yüzde onu kadar. Gemiye “nesil gemisi” denmesinin nedeni ise yolculuğun başından beri geçen 160 yıldan fazla süre içinde yedi insan neslinin doğup ölmüş olması. Bu arada kitap bu yolculuğun başında değil, geminin hedefine yaklaştığı ve gittikçe yavaşladığı bir dönemde konuya giriyor.

Kim Stanley Robinson yaptığı teknolojik betimlemelerin uzunluğu için ülkemizde eleştirilse de, gözden kaçırılan bir nokta var. Robinson en az o teknolojiler kadar, hatta daha da fazla miktarda karakterleri de anlatır, çünkü aslında derdi onlardır. Verilen teknolojik detaylar karakterlerin içinde bulunduğu durumu tam anlamıyla aktarabilmenin yardımcı yollarıdır. Bu insanların giriştiği maceranın ne kadar zor olduğunu anlatabilmek için işin teknolojik kısmını da gerçekçi bir şekilde detaylandırmanın gerekli olduğunu düşünüyor sanırım yazar. Ayrıca yapay zeka, derin uyku ve uzay tarımı gibi eskiden bilimkurgusal, şimdilerde ise bilimsel ve hatta gündelik olmuş/olacak konuları da aynı gerçekçi yaklaşımla kurgusuna dahil ederken, bir yandan da böyle bir ortamdaki insan ilişkilerini, bireylerin psikolojilerini, nesillerce süren bir yolculuktaki hayatın ulaşabileceği karmaşıklığı imgelemeyi deniyor, ve sanırım konunun bu yönlerine önceki kitaplarından da fazla önem veriyor.

Aurora’nın baş karakteri Freya isimli bir genç kız. Annesi Devi ise geminin hem baş mühendisi, hem de lideri. Bu arada bir not düşeyim; yazar -ve Devi-ilginç bir seçim yaparak anlatıcı rolünü gemiyi kontrol eden yapay zekaya  veriyor kitabın büyük kısmında. Kendine verilen bu görevi bazı sıkıntılardan sonra benimseyen gemi yapay zekası da, Freya’yı olayların kahramanı olarak seçip onun yaşadıklarını ve dönüşümünü takip ediyor ve bizlere aktarıyor. Kitabın ilk bölümleri Freya’nın ergenliğinde gemi içinde çıktığı yolculukta diğer insanlarla karşılaşması ve yaşadıkları sorunları öğrenmesiyle, bu arada kendisini de tanımasıyla geçmekte. İlginç bir detay da, ilk başlarda anlatım dilinin bir çocuk kitabı tarzında, ya da daha doğrusu bir çocuğun ağzından yazılmış gibi olması. Yavaş yavaş gelişen ve “büyüyen” dilin böyle olmasının nedeni önceleri kreşe giden küçük bir çocuk olan Freya’nın konu ilerledikçe büyümesi olarak görülebilir; ama aslında “büyüyen” kişi ilk başlarda anlatımcılık görevinde zorlanan, zaman geçtikçe kendini geliştiren yapay zekanın kendisi.

Kim Stanley Robinson’un sıradan bilimkurgu alt türüyle paralel başka bir yaklaşımını daha bu kitapta görüyoruz. Bir çok bilimkurgu eserinde neredeyse her şey kusursuzdur. Teknoloji arıza yapmaz, gemiler -konu gerektirmiyorsa- bozulup patlamaz, bir düğmeye basıldığında ne olacağı senaryonun gidişine bağlıdır ama genellikle o düğmeye basılınca çalışması gereken çalışır; aynı zamanda insanlar da mucizevi yöntemlerle hayatta kalırlar, hastalanmazlar, süper güçlü olurlar vs.vs. Robinson’un kitaplarında, özellikle Aurora’da ise entropi gerçek evrendeki gibi söz sahibi, teknoloji ve yaşam gerçek hayatta olabileceği kadar kusurludur. Başka bir yıldız sistemine yapılan bir yolculuk da 26. yüzyıl olmasına rağmen inanılmaz derecede uzun, zahmetli, sıkıntılı ve sorunlu bir süreçtir. Gemideki sorunlar yıllar içinde artmış ve birikmiştir; düzeltmek ise sınırlı kaynaklar yüzünden her geçen gün daha da zorlaşmakta, bu sorunlardan bütün yolcular da çeşitli şekillerde etkilenmektedir.

Sanırım konuyu anlatmaya burada son vermem lazım, yoksa dayanamayıp bütün hikayeyi yazacağım galiba. Geminin ve yolcularının hedeflerine varıp varmayacakları, nelerle karşılacakları ve sonrası elbette kitabın ana konusunu oluşturmakta, onlar da kitabı okumak isteyecekler için sürpriz olarak kalsın elbette. Burada önemli olan Robinson’un bu kitapla anlatmak istedikleri. Yazar böyle bir yolculuğu “yıldızlararası koloniciler” güzellemesi yapmak için kurgulamamış. Mars üçlemesinde olduğu gibi, olur da böyle bir şeye girişilirse -nesil gemisi kadar dev bir proje olarak yapılabilse bile- bu alamete bindirilen insancıkların aslında neye gönderilmiş olacağını farkettirmek istemiş, bu sefer daha da gerçekçi ve bayağı da kötümser bir yaklaşım sergileyerek. Önceki paragraflarda bahsettiğim her şeyin kusursuz ve sorunsuz oluverdiği kurgulardan farklı olarak, böyle bir yolculuğun -olsa bile- ne kadar zor olacağı, gönderilen insanların gerçekte nelerle karşılaşabileceği, ve bununla bağlantılı olarak, hedef ister başka bir kıta, isterse de bir gezegen olsun “genişlemeci” ve “yayılmacı” fikirlerin insanlık için ne kadar tehlikeli olabileceği kitabın ana fikirlerinden aslında. Yani kısaca başka gezegenlere koloni kurma amacıyla insanları gönderme eylemi çok romantik ve etkileyici görünse de, yapılan şey gerçekte büyük bir acımasızlık örneği olacaktır, kitaba ve yazarına göre. Çok yakın bir zamanda Mars’ta koloni kurmak gibi projelerin başlatıldığı, projeye seçilen astronotların kutu gibi gemilerin içinde aylarca sürecek yolculukla bir belirsizliğe gönderilmelerinin düşünüldüğü bir dönemde ilginç fikirler bunlar. Bu arada şimdiye kadarki insansız Mars görevlerinin yüzde altmışının başarısız olduğunu da eklemem iyi olur.

Bu yazıdan sıradan bilimkurgu denilen türe girmeyen eserlerden hoşlanmadığım gibi bir kanı oluşmasın. Tabii ki hiperuzay motoruyla gideceği yıldız sistemine bir kaç saatte varan gemilerin, hayal gücünün sınırlarını zorlayan gezegenlerin ve uzaylıların olduğu galaktik maceraları ben de çok seviyorum ve zevkle okuyorum. Ama Robinson gibi yazarlar işin başka bir tarafıyla, gerçeklikle ve gerçekliğin geleceğiyle ilgileniyorlar. Kurguladıkları bu gelecekler de hiperuzay motorlu galaktik maceralardan daha olası sanırım.

Bundan sonraki her yazımda da söyleyeceğim gibi, umarım Aurora bir gün dilimize kazandırılır, tabii Mars üçlemesinin son iki kitabıyla birlikte.

Paylas:
error0
fb-share-icon20
Tweet 20
fb-share-icon20

Orhan İzmirlier

1970 Ankara doğumluyum. Neredeyse doğduğumdan beri de bilimkurgu edebiyatı fanatiğiyim. Türkçeye aktarılmış ne varsa tükettikten sonra dışarıya yöneldim ve dilimize çevrilmemiş bir derya yazar ve kitap olduğunu fark ettim. Son on yıl içinde okuduğum ve sevdiğim, buralarda pek ya da hiç bilinmeyen yazarları ve kitaplarını tanıtmayı kendimce bir amaç edindim. Umarım bir gün tanıtımlarım sadece bilimkurgu severleri değil, bilimkurgu yayınlayanları da etkiler ve bu kitaplar Türkçe kütüphanemize eklenir.

Bir yanıt yazın