Kan Testi
Siren sesleri kulakları sağır edecek şekilde sürekli etrafta dolaşıyordu. İnsanların içini korkudan başka hiçbir duygu dolduramıyordu. Belli belirsiz düşünceler oluşuyor ve sonrasında hemen kayboluyordu, tıpkı hayvanlar gibi… Hayvanlar bir hafta öncesinden beridir ortalıkta görünmüyordu. Kız Kulesi’nin karşısına inen uzay aracı geldiğinden beridir bu durum değişmedi.
Bu sirenler ne amaçla çalındığı belli olmayan bir müzik gibiydi. Sadece hüzün veren, kafa karıştıran ve insana bildiğini unutturan türden bir sesti. Son üç haftadır öylesine yoğun bir şekilde etraftaydı ki İstanbul’da hiçbir düzen kalmamıştı. Fakat bu düzensizlik kimsenin canına kast edecek türden değildi. Herkes biraz sessizliğe kavuşabilmek için uzay aracından uzağa taşınıyordu. Dünyaya iniş yapan otuz sekiz uzay aracının da etrafında yaşayan pek bir canlı kalmamıştı. İlk kaçanlar hayvanlar oldu. Ses seviyesinin az olduğu bölgelere taşındılar. Ne gariptir ki insanlar da aynı tepkiyi verdi. Bu uzay araçlarına nükleer saldırıda bulunmak isteyenler bile oldu. Ancak karşılarında hiçbir düşman bulamadılar. Uzay araçları oradaydı ancak oraya bir saldırı düzenlendiğinde; görülmesine ya da duyulmasına rağmen, orada olmadıkları anlaşılıyordu. Ağır silahların etki edemediği bu düşmana karşı nükleer silah kullanımının aptalca olacağı açıktı; hem ona zarar veremez hem de ortada kendileri için yaşanılacak bir alan bırakmazdı. “Savaşacak şey yoksa savaş da yoktur. İnsanların refahı için en iyi çözüm, taşınmaktır.” duyurusu yapılalı bir haftayı geçmemişti ama sokaklar zaten bomboştu…
Uzay araçlarının gelmesinden iki yıl sonra, siren sesleri hâlâ çalmaya devam ederken, bu araçların kapıları açıldı. Araçtan inenler, etrafı kolaçan etti ve ne havada, ne karada ne de denizde kendilerine yakın hiçbir canlının bulunmadığından emin olunca ekipmanlarını araçtan çıkartmaya başladılar. Buzdolabı büyüklüğünde, ne olduğu tam belli olmayan, bu ekipmanları yan yana dizdiler. Bir masa kurdular ve masanın iki ucuna da birer kişi dikilip nöbet beklemeye başladı. Akşamüstüydü…
“Gökyüzü böylesine turuncuya boyandıktan sonra, kim umursar ki üç kuruşluk derdimizi…” diye düşünüyordu Tuğçe, Çamlıca Tepesi’nde oturmuş gün batımını izlerken. Omzunda bir el hissedince irkildi. Omzundan yukarı bakınca onu gördü. Dudağını okumaya çalıştı. Bilmediği bir dili konuşuyor olmalıydı ya da dudak okumayı iyice unutmuştu. Ayağa kalktı ve duymadığını işaret etti. Adam, Tuğçe’nin elinden tuttu ve az ileride bekleyen arabaya doğru ilerlediler.
“Şimdi beni duyabiliyor musunuz?” diye sordu adam. Tuğçe inanamıyordu. Duyuyordu. Bembeyaz bir odanın içerisinde, hiçbir ekipman kullanmadan duyma yetisini kazanmıştı. Hemen cevap veremedi. Gözleri doldu. Tebessümü o kadar samimiydi ki ne yanaklarının gerildiğini ne de kaşlarını olabildiğince kaldırdığını hissedebiliyordu. Kısık bir sesle “Evet.” diyebildi.
Adam, önündeki dosyaları inceledikten sonra, Tuğçe’ye yaklaştı ve “Siren seslerini duyuyor musunuz?” diye sordu. Tuğçe biraz bocaladı. Siren sesi duyulmuyordu, sadece adam konuşuyordu ve gayet net duyuluyordu. Tebessümü bir anda kayboldu ve “Hayır, efendim.” diyebildi. “Gayet güzel…” diye mırıldandı adam.
Gittikleri odanın duvarları ekranlarla kaplıydı. Dünyanın çeşitli bölgelerinden görüntüler veriyordu. Uzay araçlarının önünde bir masa, bazı ekipmanlar, her masada ikişer tane adam vardı. Kimse acele etmiyordu. Bir araba geliyor, bir kişiyi masaya yakın bir yerde indiriyorlar, araçtan indirilen kişiye kan testi uygulanıyor ve sonrasında ise test sonucuna göre test edilen kişi ya bir otobüse bindiriliyor ya da uzay aracına davet ediliyordu. Uzay aracına davet edilen kişiler bir süre sonra yakındaki bir eve yerleştiriliyor ve hayatına orada devam ediyordu. Otobüse bindirilenler ise siren seslerinin duyulmadığı bölgelere götürülüyordu.
Otobüsle götürülenler pek şanslı görünmüyordu. Yanardağlara yakın olanlar lavların içine atılıyordu. Göle yakın olanlardan otuz ya da kırk tanesi göle atılıyor ve sonrasında da suya elektrik veriliyordu. Geniş arazide olanlar otobüslerin arkasına bağlanıyor ve otobüsün manevralarıyla ya sürüklenerek ya da otobüs ezdiği için hayatlarını kaybediyordu. Ormanlık alandakilerin vücutlarında ağır yaralar oluşturulup (kemik kırılması, derin yarıklar vb.) kendi hâllerinde bırakılıyordu ki yırtıcı ve leşçi hayvanlar bu durumdan memnundu.
Tuğçe gözlerini ve kulaklarını kapatarak olduğu yere oturuverdi. “Neden bana bunları izletiyorsunuz?” derken ağlıyordu. Adam, Tuğçe’nin rahatsız olduğunu görünce ekranları kapattı ve “Bu sadece teminat, efendim. İsteğiniz doğrultusunda bu gezegeni sizler için hazırlıyoruz.” dedi. Tuğçe, hiçbir şey anlamadığını göstermek istercesine başını salladı ve adam da o esnada utandı, anlatmaya başladı;
“Efendim, çok özür dilerim. Biraz aceleci davrandık sanırım. Şu an hatırlamıyor olabilirsiniz ancak bu gezegene gelmek ve idareyi geri almak istemiştiniz. Şey… Bir test yapıyordunuz. Optimum koşulların oluşturulması ve gelişimin tetiklenmesi için iyi-kötü karakterlerin işlendiği insanlar hakkında.
“Haddimi aşıyorsam affedin lütfen. Ancak… Hatırladığım kadarıyla, tekrar özür dileyerek, bunu söylemek bana düşmez ama işlerin çığırından çıktığını ve düzensizliğin hızlı artışını engellememiz gerektiğine karar vermiştiniz. Kötü karakterli insanları yok ederek, sistemi tekrar düzene sokup kendiniz denetlemek istemiştiniz…”
Tuğçe, adamın anlattıklarını dinlerken bir şeyler anımsıyor gibi hissetti ancak hatıraları daha çok kendi hayatıyla ilgiliydi. Uzay araçları geldiğinde kendisini bir başına bırakıp giden insanları hatırladı. Kendisine her gün düzenli olarak yiyecek bırakıp giden o arabaları… Giden insanlar onun ailesi miydi? Neden uzay araçlarının iniş yaptığı dönemden öncesini hatırlamıyordu? Neden kendi hakkında net olarak hatırladığı tek şey, adının Tuğçe olduğuydu?
“Benim adım, Tuğçe.” diye mırıldandı bir anda. Adam kulaklarını tıkayıp “Ben duymadım! Ben bilmedim! Ben duymadım! Ben bilmedim!” diye tekrar tekrar bağırmaya başladı. Tuğçe için bulunduğu yer daha da garip bir hâl aldı. O esnada gözü dünya haritasına takıldı. “Ben… Ben buradaydım.” diyerek Antarktika Kıtası’nı gösterdi, “Neden burası buzlarla kaplı?”
Bir şeyler hatırlamaya başlıyordu. İçinde büyük bir öfke körüklenmeye başladı. Karşısındaki adamı bile paramparça edip her bir parçasını ayrı ayrı yakmak istedi. Etrafındaki her canlıya karşı karşı konulamaz bir şüphe büyüdü içinde. “Ekranları açsana!” diye haykırdı adama. Adam eli ayağı titreyerek açtı ekranları. Aynı görüntüler devam ediyordu. Tuğçe ellerini sıvazladı ve “Çok güzel, çocuk. Çok güzel… Kötülerin hepsini yavaşça öldürün. Hiç acelemiz yok. Bana bak! Ben konuşurken bana bakacaksın! Git ve bana mikrofonumu getir.”
Asırlar gibi geçen iki yılın ardından ilk kez siren sesleri kesildi. Seslerden uzakta yaşayanlar bu olayı fark edemedi bile ancak ses dalgalarını inceleyenler coşkuyla kutladı. Dinleme istasyonlarında bulunanların sevinçleri de fazla sürmedi zaten, siren sesleri kesildikten sonra parazitli/cızırtılı bir ses konuşmaya başladı;
“Halkım, söz verdiğimiz gibi döndük. Zorlu bir sınavdan geçtiniz ancak güzel günler yaşayacağız. Biz gelip sizi almadan, siz kan testimize katılın. Çok yakında, görüşeceğiz.”
Bu mesaj sonrasında siren sesleri tekrar duyulmaya başlandı. Farklı ülkelerdeki tercümanlar mesajı incelediler ve bu mesaj hızla yayıldı. İnsanlar, bu duruma bir anlam veremiyorlardı. Mesaj açık ve netti. Duyabiliyorlar ve hatta görebiliyorlardı fakat uzay araçlarının olduğu yerlerde hiçbir şey yoktu.