2001: A Space Odyssey: Stanley Kubrick’ten Yaşlanmayacak Bir Eser
2001: Uzay Macerası filmi (2001: A Space Odyssey), tarihin en önemli bilimkurgu filmlerinin başında gelir. Film derin bir sanatsal anlayış içerisinde ilerlemektedir. Hem bilimkurgu hem de distopik yönü ile öne çıkan Stanley Kubrick’in en başarılı işlerinden birisi olarak görülen, çoğu bilimkurgu filmine ilham veren yapımdır 2001: Uzay Macerası filmi. İzlerken film içerisinde çok fazla diyalog bulunmadığını rahatlıkla fark edersiniz, film daha çok görsellik yönünden kendini göstermektedir ve aktarmak istediği mesajı belli ögeler ve belli görseller üzerinden aktarır. Döneminin çok üstünde bir efekt kullanımı vardır, zaten sadece filmin özel efektlerine on sekiz ay gibi bir süre ayrılmıştır. Bu da kendisini Andrei Tarkovsky’nin Solaris filmiyle beraber sinema tarihinin en uzun sürede çekilen filmlerinden birisi yapar. Film bilimsel olarak çok çeşitli konular üzerinden gider, ilginçtir ki film Neil Armstrong’un aya ayak basışından bir sene öncesinde vizyona girmiştir. Ay’a ayak basılmadan önce, bu şekilde Ay’ın tasvir edilmesi bile bu filmi hâlâ güncel kılıyor. Hatta, Neil Armstong filmi izlediği zaman o kadar etkisinde kalmıştır ki Ay’a ilk ayak bastığında -filmin ilk sahnesinde gördüğümüz gibi- uzayda bir monolit var mı diye etrafa bakmıştır. Filmi, filmin içerisinde bulunan üç farklı bölümler üzerinden değerlendirmek isterim. Bu bölümler “İnsanoğlunun Şafağı”, “Jüpiter Görevi” ve “Jüpiter ve Sonsuzluğun Ötesi” olarak sıralanır.
Bölüm 1- İnsanoğlunun Şafağı
2001: A Space Odyssey içerisinde bulunan ilk bölüm olan İnsanoğlunun Şafağı (The Dawn of Man) filmin ilk bölümüdür. 3 dakikalık bir siyah ekrandan sonra gün doğumuyla beraber insanoğlunu görürüz. Daha evrimleşme sürecinin hemen başında olan insanoğlu karşımıza ilk çıktığında bir maymundur. Burada insanoğlu hayatta kalmaya çalışır, insanoğlunun hayata karşı verdiği savaşı izleriz. Günün aydınlanmasıyla beraber az önce seyrettiğimiz hayat mücadelesi veren insanoğlunun kolonileşmeye başladığını görürüz. Bu insanlığın evrimsel sürecinde gruplar halinde yaşamak adına şekillenmiş bir genetik yapıya sahip olduğunu gösterir. Filmin ilerleyen dakikalarında kolonilerden birisinin sulak bir alanı keşfettiğini ve o keşfin ardından diğer kolonilerin oraya gelip amansız bir savaş verdiklerini söyleyebiliriz. Bu savaş bize insanoğlunun paylaşım yapmaya doğru evrimleşmediğini, tamamen benmerkezci bir düşünce içinde olduğunu gösterir. Bir sonraki günde ise insanoğlu bir siyah taş olan -monolit- ile karşılaşır. Filmin ilerleyen kısmında yine karşımıza çıkacak bir metafordur. İnsanoğlu sabahında gördüğü bu garip taşa bakmaktan ve sadece dokunmaktan kendini alıkoyamaz. Bu karşılaşmada yönetmen Stanley Kubrick biz insanların ilkel bir konumda olduğunu göstermektedir. Sonraki sahnede ise insanoğlu yeni bir silah keşfetmiştir. Ölü bir canlıdan arta kalan: KEMİK. Bu kemiği alan ilk insan, elindeki kemikle bu canlının diğer kemiklerine acımasızca vurmaya başlar; her vuruşta daha da sert vuran insanoğlu yerdeki canlıyı öldürmeye bir adım daha yaklaştırdığını gösteriyor. Buradan da anladığımız gibi insanoğlu hayatta kalmak için kendi türüne verdiği zararlar gibi başka türdeki canlılara da zarar verebileceğini gösteriyor. Tamamen kendisi ve kolonisi için savaşan insanoğlu, hayatta kalmak için karşısına çıkan her şeyi yıkıp yıkabileceğini, öldürebileceğini görürüz bu sahnelerde. Öncelik kendisinde, sonra kolonisindedir yani. Ardından ikonikleşmiş bir sahne geçişi olan kemiğin havaya fırlatılışından sonra ikinci bölüme yani ‘’Jüpiter Görevi’’ ‘ne geçer.
Bölüm 2– Jüpiter Görevi
Bölüm Dünya’dan kilometrelerce uzakta olan Gaz Devi Jüpiter’de bulunan bir göreve değinmektedir. Bölüm insan ve yapay zekâ arasındaki çatışmayı konu alır. Bölüm boyunca insan kendi yarattığı yapay zekâyı sorgular ve kendi kendine bir sürü soru sorar, ‘’Yapay zekâ hata yapar mı, yapmaz mı?’’ ’’Yapay zekânın duyguları var mıdır, yok mudur?’’ Bu tarz sorgulamalar bölümün tamamına yayılmıştır. Hatta filmde bulunan HAL9000 isimli yapay zekâ kendisinin hiçbir zaman hata yapmayacağından bahseder fakat Astronot David Bowman ise tam tersini düşünür, içten içe bunu reddeder. Bölüme yayılan sorular da buradan çıkar. Gelişmiş teknoloji ve insanoğlunun savaşı. Bölümün en kilit noktası ise HAL9000 istasyondaki tüm bilgisayarları kontrol eder, Bowman ve diğer astronot olan Frank Poole’u bile. Burada insan tarafından yapılan yapay zekânın nasıl bir anda insanın üstüne çıktığını ve onu yönetmeye başladığını anlatır yönetmen bize. HAL9000 kendi kurduğu bir planla mürettebatının yetersiz olduğunu düşünür ve onlara yalan söyler. Böylelikle yapay zekâ ile insanoğlu arasında amansız bir mücadele başlar. Öncesinde kendisiyle ya da kendisinden daha güçsüz canlılarla karşılaşmış insanoğlu şimdi kendi yarattığı teknoloji ile karşı karşıya kalmıştır. Birbirleriyle girdikleri amansız savaşın sonunda HAL9000 Bowman’i insanoğlunun en büyük zayıflığını kullanarak yani acındırma duygusu ile kendini kurtarmaya çalışsa da Bowman onu yok eder. Burada yönetmen Stanley Kubrick en güçlü sistemleri yok eden şeyin aslında en basit ve en ilkel aletler olduğu mesajını vermiştir. Kısacası, gücün güçsüzlük ile yok edilmesi.
Bölüm 3- Jüpiter ve Sonsuzluğun Ötesi
Bölüm aynı birinci bölümdeki monolit ile başlıyor. Bu monolit son monolittir ve nerede olduğu belirsizdir. Karanlık bir tonda başlayan bölüm Bowman’ın sonsuzluğa gidişi ile yavaş yavaş aydınlanmaya başlar. Dr. Floyd, bu monolitin sinyalinin Jüpiter’e gittiğini söyler. Artık sonsuzluğa geçen David Bowman tamamen ışık ve enerjiden oluşan bir yoldan geçmektedir. Bu sahneye geçmeden önce bu sahne hakkında bir sürü teori öne sürüldüğünü söylemeliyim. Çoğu hâlâ cevaplanmış değiller. Bu sahnede Kubrick kendisine has olan baş döndürücü ışık oyunlarını kullanmıştır. Bu sonsuzluk yolculuğunda Bowman ışıklarda ve enerjilerde bir yerler ve motifler görmeye başlamıştır. Bu motifler David Bowman’ ın yaşamında gördüğü yerlerin kısa bir göstergesi olabilir ya da kalan monolitin yerini görmüş olabilir, dikkatli bir şekilde bakarsanız gösterilen mekanların The Dawn Of Man bölümünün başında olan ve evrimsel sürecin başında olan insanların olduğu yerleri imgelediğini fark edebilirsiniz. Ayrıca gösterilen çeşitli ışıksal motifler de bu monolitlerin ya da başka bir deyiş ile bu üstün ırkın hapishanelerinin içinde hapsolmuş ve artık tamamen ışıksal bir enerjiye dönüşmüş varlıkların belli göstergesi olabilir. Bu olaylardan sonra Bowman zamanın olmadığı bir odada gözlerini açmıştır. Bu oda bahsettiğim hapishanedir işte. Burada Bowman kendi yaşlanmış haliyle karşılaşır ve sürekli olarak ona bürünmeye çalışır. Bu döngü onu ölüme en çok yaklaştırdığı andır. Burada yaşlı Bowman aynı ilk bölümdeki maymunlar gibi monolite uzamaya çalışır. Yönetmen Stanley Kubrick burada son ve sert bir şekilde insanoğlunun hâlâ ilkel bir yaratık olduğunu izleyiciye sunar. Ölüm döşeğindeki hasta bir adamın aynı ataları gibi gördüğünde yaptığı tek şey monolite dokunmaktır. Bu sahnede doğrudan ‘’Adem’in Yaratılışı’’ portresine gönderme içermektedir. Devamında ise Bowman bir bebeğin fetüs evresine dönüşerek dünyaya gider ve böylece son bölümde Kubrick’in bu muhteşem sembolik anlatımı ile dinlerde sıkça karşımıza çıkan yaratılışın ortaya çıkışı sembolik bir anlatım ile bize gösterilmiş olur.
2001: A Space Odyssey hakkında anlatılacak tonla detay var ve elimden geldiği kadarını anlatmaya çalıştım. Stanley Kubrick’in bize o zeki sanatçılığını ortaya çıkartan 2001: Bir Uzay Macerası kitlelerce değersiz bir film olsa da tüm bilimkurgu janrasını baştan aşağıya değiştirmiş, sinematografik anlatımın en üst seviyede olduğu harika bir yapım. Filmi güzel kılan da burası bana kalırsa, sanat anlamak için değil yorumlamak için vardır ve 2001 yorumlamaya açık, üstünde saatlerce konuşulabilecek bir yapımdır. Her şeyiyle hem kendi hem bizim zamanımızın çok daha ötesinde bir film. Yazımın sonunu 2001: Bir Uzay Macerası kitabının yazarı olan Arthur C. Clarke’ın şu sözleriyle tamamlamak istiyorum: “Eğer 2001’ i tamamen anladıysanız biz başarısız olduk demektir. Cevapladığımızdan daha fazla soru yaratmak istedik.”